23 Mart 2010 Salı

« MACARON » NOTLARI : BİR FRANSIZ KLASİĞİ



Blog Yazarı, dünyanın en lezzetli yiyeceklerinden biri olan « Macaron »ları yerken, hikayesini de buraya yazmaya karar verdi.

Okunuşu Makaron… İtalyanca « maccarone »dan geliyor. Kökeni taa Rönesans Dönemi’ne ve Venedik’e dayanıyor.

Catherine de' Medici’nin, dönemin Fransa kralı 2. Henry ile evlenmesi, buna bağlı olarak Fransa’ya yerleşmesi ve beraberinde de Fransa’ya İtalyan aşçılarını da getirmesiyle İtalyan asıllı makaron Fransa’ya giriyor. O günden bugüne de Paris gurme hayatıyla özdeşleşiyor.

Makaron’un bugünkü haline benzeyen şekliyle doğuşu, 20. yy ortalarında Pierre Desfontaines’in fikri ile gerçekleşiyor. Desfontaines, makaron kabuklarını çikolata ve kremadan oluşan bir sosla birleştirme fikrini geliştiriyor. Daha sonra bu sos ganaş (ganache) adını alıyor.

Ganaş sos, eşit miktarda sıvı krema, süt veya tereyağının kaynatılarak çikolatanın üzerine dökülmesi ve hafif dairesel hareketlerle karıştırılması ile oluşturuluyor.

Bu bileşim soğudukça katılaşıyor. Daha fazla çikolata konursa, karışım o kadar katı oluyor (Örneğin bonbon kaplamak için, daha katı bir karışıma ihtiyaç var).

“Ganache” isminin çıkışı ise ilginç. Desfontaines’in yardımcısı yanlışlıkla sıcak kremayı çikolatanın üzerine dökünce ustasından “sersem” (ganache) diye fırça yiyor. Ama daha sonra bu sersemlikten hiç de fena olmayan bir çikolata sos doğuyor.



İçi ağızda eriyen, dışı kıtır kıtır bu küçük ve yuvarlak kremalı kurabiye her sabah Desfontaines'in kuzeni Ladurée’nin, Paris'teki pastane-çay evinde üretilmeye başlanıyor. Piştikten sonra 48 saat bekletildikten sonra satışa sunuluyor. Böylelikle, yumurta akı, badem tozu, şeker, krema, tereyağı, çikolata ve en önemlisi de büyük bir el becerisi Makaron’a hayat vermiş oluyor.

Daha sonra Makaron, Paris’te Ladurée mutfağında yeni renk ve tatlarda da üretilmeye başlanıyor. Makarona hayat veren Ladurée halihazırda her sezon yeni bir tatla yeni bir makaron türünü satışa sunuyor ve günde yaklaşık 15 bin adet makaron satıyor.

Paris makaronlarının en büyük özelliği ise seri üretimle değil ; bizzat el ile yapılmaları. Oysa Amerikalılar, makaronları seri üretime sokmuş ve çoktan endüstriyel bir ürün haline dönüştürmüş durumdalar. Hatta yine Amerikalılar, « Café Macaron » zincirlerine de şu sıralar öncülük yapıyorlar.

Ladurée zincirine ait mutfaklar ile Paris’teki Lenôtre ve Pierre Hermé dışındaki yerlerde üretilen makaronların hiçbiri orjinal lezzete benzemiyor. Bundaki en önemli etken ise teknik ve tecrübe.



Makaron’un ilk çıkış yeri olan ve makaron çeşitlerini en lezzetli şekilde sunan Ladurée’nin merkezi Paris, 16 Rue Royale üzerinde yer alıyor. Ladurée, Paris içinde birkaç tane daha ; Fransa dışında da İsviçre, Monako, Tokyo ve Londra’da da şubelere sahip.

Blog Yazarı’nın Notu : Bu yazıdaki görseller Ankara Palet Pastanesi tarafından üretilen ve Blog Yazarı tarafından yenmeden önce fotoğrafları çekilen makaronlara ait. Palet Pastanesi dışında Divan da makaron üretiyor. Divan’ın makaronları Fransız orjinallerine kıyasla görsel olarak daha büyük. Vanilyalısı favorilerden. Palet'e ait minik makaronların lezzeti ise tamamen kendine özgü. Zaten fotoğraflar da bu lezzeti gayet iyi anlatıyor...

Tavsiye edilir !

19 Mart 2010 Cuma

AFRİKA NOTLARI-II – AFRİKA İNSANLARI



Bir kıtanın yer altı ve yer üstü inanılmaz derecede zengin, ancak nüfusunun ezici çoğunluğu bir o kadar fakir olabilir mi? Evet olabiliyor. Afrika devasa bir kıta. Ancak nüfus olarak bir Çin veya Hindistan etmiyor. Kıtanın nüfusu bir milyar. Kuzeyden güneye, batıdan doğuya ciddi bir coğrafi ve kültürel çeşitlilik sözkonusu.

Birleştirici unsurların başında da eski sömürgecilerin dilleri olan Fransızca ve İngilizce ile daha küçük bir coğrafyada Portekizce geliyor. Tabii, İslamiyet’i kabul eden ve Arap hakimiyetinde yaşayan bölgelerde Arapçayı da unutmamak lazım. Tunus’tan Kongo’ya; Kongo’dan Kamerun’a; Kamerun’dan Fildişi Sahillerine; oradan Cezayir’e; Cezayir’den Moritanya’ya kadar milyonlarca Afrikalı ile Fransızca olarak anlaşma imkanı var.


Onun dışında yüzlerce yerel dil var. Sadece Kamerun’da 250’ye yakın dil konuşuluyor. Zaten Kamerun’un unvanı “minyatür Afrika” (Afrique en miniature). Nedeni de, Atlas Okyanusundan kuzeyde Çad’a kadar uzanan coğrafyasının zenginliği. Başkent Yaundé sokaklarında gezerken kendinizi bir an için Pandora’da hissedebilirsiniz. O kadar yeşil ve üstelik Avatar gibi üç boyutlu!


Sömürgecilik Afrika’dan gerçekten çok şey götürmüş. Her şeyden önce asırlarca özgürlükleri ve bağımsızlıkları ellerinden alınmış Afrikalıların. Yer altı zenginlikleri, elmasları, altınları, gümüşleri, bakırları alınmış. Hala da alınmaya devam ediliyor. Dünyada yeni playstation modelleri satışa çıktığında, koltan adlı sönük siyah renkli madenin satışında patlama yaşandığını biliyor muydunuz? Cep telefonlarında, fotoğraf makinelerinin lenslerinde, video kameralarında da koltan kullanılıyor. Oysa koltan aynı zamanda Kongo’da dört milyondan fazla insanın ölmesine yol açan iş savaşın nedenlerinden de biri. Koltan kaçak olarak çıkartılmasa ve satılmasa dünya rezervlerinin yüzde 60’ından fazlasına sahip Kongo nasıl bir ülke olurdu acaba?

Sömürgecilik, evet, Afrika’dan çok şey alıp götürmüş. Ama bir şeye dokunamamış, Afrikalıların ruhuna… Gözlerindeki o parlak, neşeli ve umutlu bakışa…




Bir de Batılı önyargıları vardır. Afrikalılar hızlı koşar, güzel dans eder diye. Doğru aslında. Ama, bunu küçümseyici bir edayla yapmamak lazım. Yoksa Fransızlar kibirli, Almanlar kaba, Akdenizliler tembel, Kuzey Avrupalılar ruhsuz da diyebilirsiniz.



Aynı şekilde, Afrika’yı ve Afrikalıları turistik bir eğlence olarak da görmemek lazım.

Afrikalılar, facebook veya blog sayfalarında ifşa edilecek fotoğraf kareleri değiller yalnızca.

Tanımak, keşfetmek, anlamak için gezin Afrika sokaklarında.

Fırsatınız olursa, Amerika’yı değil, ama Afrika’yı mutlaka yeniden keşfedin.

Blog Yazarı’nın son notu: Afrika’da cep telefonuyla hızlı şekilde veya arabadan çekilen fotoğraflar ancak bu kalitede sonuç veriyor.

Ayrıca, Blog Yazarı, bu vesileyle, Afrika sanatının nadide eserlerini evimizle buluşturan İlker ve Aslı’ya ince zevkleri için; Afrika başlığına ve fotoğraflarına her türlü maddi ve manevi katkılarından dolayı da eşine teşekkür eder ;)

18 Mart 2010 Perşembe

AFRİKA NOTLARI - I (AFRİKA SANATI)



En zengin maske geleneğine sahip kültürlerden biri şüphesiz Afrika kültürü. Bu nedenle, Afrika sanatında maskelerin yeri büyük. Bunların şekilleri ve üzerlerinde kullanılan aksesuarlar her Afrika toplumu için ayrı bir anlam ifade ediyor.

Bütün toplumlar arasında en yaygın olanı da hayvan figürlü maskeler. Bu maskelerin insanlarla ruhani dünya arasında bağ kurduğuna inanılıyor. Bugün bu maskeler Afrika’da halk törenlerinde hâlâ kullanılıyor.

Örneğin Mali’de “Bamana”lar insanlığa tarımcılığı ceylanların öğrettiğine inanıyorlar; bu nedenle de ceylan maskeleri Mali kültüründe büyük yer tutuyor.

Gabon kültürüne ait maskelerde iktidarı ve buna bağlı olarak “katılık”ı temsil etmek için çene ve ağız hatlarında sert çizgilere yer veriliyor.



Üstteki maske Kamerun’da bilgelik ve sağ duyuyu temsil ediyor. Maskede, sembolize ettikleri “köyün bilgesi”nin kendilerini doğal felaketlerden, verimli hasat mevsiminden ve bereketten haberdar ederek koruduğuna inanıyorlar.



Bu fotoğrafta yer alan ise tamamen bakırdan yapılan bir Tikar maskesi. Kamerun’da yaşayan Tikarları ve onların inanışlarını sembolize ediyor. Tikarlar, “soy” kavramına büyük önem veriyorlar. İnanışlarına göre, anne karnındaki çocuğun kemikleri, kalbi, beyni ve dişleri erkeğin sperminden oluşuyor.

9 Mart 2010 Salı

ANTALYA LEZZET NOTLARI




Bu notlar Blog Yazarı için özel bir öneme sahip. Çünkü Antalya doğduğu yer ve çocukluğunun şehri…

“Her şey dahil otel / tatil köyü” konseptiyle artık adı bir arada anılmaya başlanan Antalya hem merkezinde hem de yakın çevresinde sayısız tarihi, ilginç mekan ve lezzetler barındırıyor. Ama bu lezzetleri keşfedebilmeniz için öncelikle her şey dahil otelinizden çıkmanız gerekiyor.

Konyaaltı Plajı’nın yenilenmesini ve tümüyle çehresinin değişmesini sağlayan Beach Park Projesi Antalya’nın son altı-yedi yıldır en eğlenceli, en canlı-kanlı yüzü. İçinde kitabevinden, balıkçıya; şarap evinden, sanat evine; meyhaneden, dalış okuluna kadar her türlü hizmet ve aktivite imkanını sunuyor. Gündüzleri numaralanmış çok sayıda plajdan oluşan kompleks; akşamları restoran / bar / kafelerin olduğu bir komplekse dönüşüyor. 24 saat aktivite imkanı ve 24 saat de her çeşit yemek imkanı var.

Lara Beach ise yine aynı anlayışla Lara’da devlete ait kampların yerine oluşturulmuş, Beach Park benzeri plajlar topluluğu. Beach Park’tan ayrılan özelliği Lara’nın kum olan denizinde yüzme imkanı sunması. İşletmeler, size özel çarşafları geniş yataklara sererek daha rahat, daha farklı bir güneşlenme imkanı sunuyorlar. Beach Park’a kıyasla daha sessiz sakin ve de küçük. İşletmelerin yemek menüleri ise pek zengin değil.

Antalya’nın en köklü lezzet durağı ve en iyisi şüphesiz 7 Mehmet… Yıllarca bulunduğu yerinden Hillside Su Oteli’nin yanına taşınmış. 7 Mehmet adını, sahibinin alnındaki yara izinden alıyor. Sahibi Mehmet Bey’in alnındaki “V” şeklindeki yara izi Arapça’da 7 rakamını çağrıştırdığı için öncelikle Mehmet Bey’e bu lakabı ardından da restorana adını veriyor. 7 Mehmet, Türkiye’de herhalde en lezzetli kabak tatlısını yapan yer… Balıkları başta olmak üzere bütün yemekleri geçmişten bugüne kadar hiçbir zaman kalitesini bozmadı.

Antalya, yine Türkiye’nin en özel şiş köfte, piyaz ve ardından un helvası konseptine ev sahipliği yapıyor. Şiş köftenin özelliği keçi etinden yapılması ve buna kuyruk yağı eklenmesi. Piyazın özelliği ise tahinli olması. Tarifini ne kadar alırsanız alın, bu lezzetleri birebir yakalayabilmeniz mümkün değil. Esas merkezi Korkuteli ilçesinde olan Şişçi Ramazan bu lezzeti en kaliteli sunan yer. Şişçi Ramazan Antalya’da 100. yıl Bulvarı üzerinde yer alıyor. Korkuteli ilçesinde ise kime sorsanız hemen gösterir; öylesine meşhurdur. Elmalı ilçesindeki Şen Baba ise küçük işletmesi ama büyük ünüyle bu konsepti en kaliteli sunan lokanta.

Antalya’nın ilk restoranlarından olma özelliğine sahip Topçu da bu konseptin başarılı sunucularından. Kazım Özalp Caddesi’nde yer alan Topçu’nun arap kadayıfı tatlısı mutlaka denenmeli.

Kalekapısı’nda yer alan Parlak ise salaş bir lokanta olup, özellikle yaprak ciğeri çok başarıyla sunar.

Antalya Balık Evi balık restoranlarının içerisinde köklü adreslerden; China Garden Uzakdoğu Mutfağı’nın başarılı temsilcilerinden. Lara’daki Stella’s Cafe hem manzarası, hem çocuk oyun alanı hem de yemekleri bakımından gitmeye değer mekanlardan biri.

Blog Yazarının Notu: Antalya’ya bir kez olsun “her şey dahil” konseptini unutup, “Antalya”yı yaşamak için gidiniz. Kaleiçi’ndeki cumbalı, avlulu Osmanlı butik otellerinden birinde kalınız. Gündüz halk pazarındaki balıkçı çarşısında balık yiyiniz. Akşamüstü Kaleiçi’nde Gizli Bahçe’de bira-patates keyfi yapınız. Mutlaka Olimpos’u, Çıralı’yı görünüz. Dönüşte Yenigün Reçelleri’ne uğrayıp, badem ezmesinden ve Antalya’ya özgü olan karpuz kabuğu ve bergamot kabuğu reçellerinden alınız.

7 Mart 2010 Pazar

ATATÜRK MÜZE KÖŞKÜ NOTLARI




Mustafa Kemal'e çalışması ve dinlenmesi için 1921 yılında armağan edilen ve 1950 yılından itibaren de müze haline getirilen "Bağevi"nde Mustafa Kemal 11 yıl oturuyor. Ata, 1932 yılında hemen yandaki Pembe Köşk'e taşınıyor. İki kattan oluşan bu Bağevi'nde ilk genişletme Ata'nın 1923'te Latife Hanım'la evlenmesiyle gerçekleşiyor.

Ana kapıdan ilk girişte Macaristan Devlet Başkanı'nın hediye ettiği vestiyer, sandalyeler ve sandık sizi karşılıyor. İlk kattaki yemek salonu çok çarpıcı. Tarihe bir şekilde tanıklık ettiğinizi hissediyorsunuz. Masadaki not defterleri dışında bardaklar, tabaklar, vs hepsi o döneme ait.

Üst katta Ata'nın kütüphanesinin de bulunduğu ve Nutuk'u yazdığı küçük ve mütevazi çalışma odası manevi olarak çok etkileyici. Daha sonradan eklenilen Latife Hanım'ın çalışma odasının ise mimarisi güzel.

Müze Köşk Çankaya Yerleşkesi içinde. Cumartesi ve Pazar günleri 13.00 - 17.00 arası randevusuz olarak; hafta içinde ise sadece randevulu ve grup olarak ziyaret edilebiliyor.

Henüz görmediyseniz, mutlaka görünüz!