26 Ocak 2011 Çarşamba

HABERTÜRK'teki Yazım

Habertürk Gazetesi, geçtiğimiz Pazar günü, Editoryal sayfasına "Yeniden İzlenecek Filmler" konusunda yazdığım yazıyı almış. Bugün de, -ben basılı nüshaları buradan göremediğim için- bana sürpriz yapıp, sayfayı göndermişler.

Aşağıdaki sayfaya tıklayıp, büyük versiyonuna ulaşabilirsiniz.

20 Ocak 2011 Perşembe

Güzel Fikirler: Build-A-Bear


Bu mağazaya gitmek için çocuk olmanıza gerek yok... Hatta çocuğunuzun olmasına da gerek yok.

Build-a-Bear... Sanırım pek çoğumuzun bir şekilde duyduğu bir konsept. Ayıların içini doldurup, onlara kıyafet giydirip, aksesuarlar ekliyorsunuz.

Fikrin esin kaynağı Teddy Bear. Buraya yazmak için Teddy Bear'ın hikayesini araştırdım. Hikaye, Teddy Roosevelt olarak da bilinen Başkan Theodore Roosevelt'in 1902 yılının Kasım ayında Mississippi'de avlanmaya çıkmasıyla başlıyor. Avlanma çok başarısız geçtiği için, o günün akşamında morali bozuk olan Başkan'ın önüne vurması için küçük bir ayı getiriyorlar. Başkan, ayının kendini savunma şansı olmamasından dolayı ona merhamet duyarak vurmayı reddediyor. O dönemde Washington Post gazetesinde çizen Clifford Berryman de bu hikayeyi karikatürize ediyor ve olay böylelikle hem halkın hem de oyuncak yapımcılarının ilgisini çekiyor.

Ardından 1903 yılında üretilen ilk Teddy Bear oyuncağı Roosevelt'e veriliyor. Torunu Kermit Roosevelt de  bu ayıyı müzeye bağışlamış ve  hâlen bu ilk Teddy Bear Ulusal Amerikan Tarih Müzesi'nde sergileniyor.

Build-A-Bear konsepti de bir Amerikan ikonu haline gelmiş Teddy Bear'a yeniden hayat verme isteğiyle ortaya çıkmış. Tüm dünyada yaklaşık 400 şubesi var. Amerika, Puerto Rico, Kanada ve İngiltere dışındaki ülkelere franchising veriyor. Türkiye'de henüz franchising alan olmamış.

Ayının yaratım süreci şöyle:


Raflarda kutuların içinde duran beğendiğiniz bir ayıyı seçiyorsunuz.


Gidip makinelerden içini dolduruyorsunuz. 


Yukarıdaki kalplerden birini -çocuğunuza dilek tutturarak- içine atıyorsunuz. (Çocukların dileklerini tahmin etmekte pek zorlanma olacağını sanmıyorum.)


Daha sonra beğendiğiniz bir kıyafeti ayıya giydiriyorsunuz.



Ve orada bulunan bilgisayarlara girip ayınıza kimlik çıkarıyorsunuz. Ayrıca içine istediğiniz müziği yükleme imkanı da var.










Kıyafetler ve aksesuarlar o kadar çeşitli ve o kadar çok ki...

Konsept her ne kadar güzel olsa da, insan yine de, dünyanın diğer köşesinde üstüne kıyafet alamayan insanların olduğunu bilirken en az 10 dolardan başlayan bu kıyafetleri ayıya alamıyor. Bende en azından böyle bir hissiyat oluştu.

Ancak, çocukların içinden hiç çıkamadığı başlıca mağazalardan biri olduğu kuşkusuz...

18 Ocak 2011 Salı

NBA Maçı İzlenimleri

Amerika'ya gelmeden önce en çok istediklerimden biri NBA maçına gitmekti.

Gün bugündür... Washington Wizards karşısında Utah Jazz oynuyor. Utah Jazz'da da Mehmet Okur var. Her ne kadar Mehmet Okur oyunda çok fazla kalmasa da ve genel anlamda düşük bir performans sergilese de, kendisini bir Türk seyirci olarak izlemekten gurur duyduk diyebilirim.

Elbette size maçı değil, ortamı anlatacağım. Hatta maçın skorunu şimdiden söyleyeyim: 108-101 Wizards lehinde sonuçlandı.

Bütün spor karşılaşmalarında olduğu gibi, NBA maçı bile canlı izleyince heyecanını bir parça kaybediyor. Ama, yine bütün spor karşılaşmalarında olduğu gibi, bir maçı eğlenceli ve değerli kılan esasen ortamı...

Beklentimin çok üstünde bir atmosferle karşılaştığımı söyleyebilirim. Başlangıcından bitişine kadar geçen 3 saat boyunca boş kaldığınız ve sıkıldığınız tek bir an bile olmuyor. Molaların, devre aralarının her saniyesine birşey sıkıştırılmış. Bir klasik haline gelen ponpon kızların yanısıra her türlü şov düşünülmüş. Seyirciyle gayet interaktif bir ortam söz konusu. İlginç bir makineyle sahadan seyircilere t-shirt fırlatma, ücretsiz yemek (burrito) dağıtma ve röportajlar ilk etapta aklıma gelenler.

Yine interaktif şovlar kapsamında "kiss cam" ve "dance cam"i de unutmamak gerek. Kiss cam'de kamera, rastgele şekilde, yanyana oturan bir çifti ekrana yansıtıyor. Kendilerini ekranda gören çiftlerden öpüşmeleri isteniyor. Ancak bu kiss cam, bir kaç kere, yanındaki hiç tanımadıkları erkekler tarafından kızların fırsattan istifade öpülmesi nedeniyle eleştiri konusu olmuş. Aynı şekilde, dance cam'de de ekranda kendini gören kişi kalkıp, dans etmeye başlıyor.

Sporla içiçe geçmiş bu yoğun eğlence kültürünü Amerikalılar arasında çok da eleştiren var. Bu grup, sırf takımının maçını izlemek veya salt basketbol zevki için oraya gidip de, zamanının yarısından daha fazlasında bu tür eğlencelere maruz kalmaktan hoşlanmıyor. Haklılık payları var. Ancak, bunun alternatifi, devre arasında takımının maç istatistiklerine ilişkin bir veritabanı oluşturmak değilse, an'ın keyfini çıkartmak en mantıklı seçenekmiş gibi duruyor.

Maçın oynandığı yer Washington DC'de yer alan Verizon Center. Stad 20 bin kişilik kapasiteye sahip. Ne girişte, ne çıkışta hiçbir izdiham yaşanmıyor. O medeni duruşa gerçekten hayran kalıyorsunuz. Çocukla hatta bebekle gitmek bile mümkün.

Halen oynanmakta olan 17-23 Ocak 2011 tarihleri arasındaki bu maçları NBA'in kendi sitesinden ücretsiz izleme imkanı da sunulmuş.

Buyrunuz, bu da günün fotoğrafları... İyi seyirler!

















17 Ocak 2011 Pazartesi

Amerikan "Diner" Kültürü

Buradaki arkadaşlarımızla, Amerikan popüler yemek kültürünü temsil eden şehirdeki ün salmış "diner"larda yemek yeme kararı aldık.

Diner, özellikle Kuzey Amerika'ya mahsus prefabrik lokantaları ifade ediyor.

Tipik bir Amerikan diner'ına aslında en çok da filmlerden aşinayız: Bu lokantalar rahat bir atmosfere, geniş yelpazede yiyecek çeşitliliğine sahip. Ucuz. İçinde bir kontuarı ve limitsiz kahve servisi var. Servisi önlüğünü takmış hafif şişman bir teyze yapıyor ve geç saatlere kadar açık oluyor.


Diner fikri ilk kez 1872 yılında Rhode Island'da doğuyor. Walter Scott adında biri, evde hazırladığı sandviç ve kahveleri at arabasının vagonunda, şehirdeki Providence gazetesinin çalışanlarına satmaya başlıyor. Bu fikrin doğuşundan yaklaşık 5 yıl sonra da sırf bu amaç için ilk kez öğle yemeği vagonları üretilmeye başlanıyor.

Diner'lar özellikle Yunan göçmenlerle özdeşleşmiş durumdalar. Bu durum da, belki, bu göçmenlerin 1950 ile 1970 yılları arasında New York şehrinde yaklaşık 600 diner açması ile ilişkilendirilebilir.

Yine filmlerden de aşina olduğumuz şekliyle, belki de 24 saat açık olmalarının etkisiyle, bu lokantalar bir bakıma yalnızlık ve izolasyonu çağrıştırıyorlar. Oysa tam tersine Amerikan kültüründe diner'lar için vurgu daha çok optimizme yönelik yapılıyor. Örneğin The Blob, Happy Days gibi filmlerde diner'lar aracılığıyla 1950lerin refah ve beyaz Amerikasına gönderme var. Aynı şekilde, yine bir çok filmde diner, gençlerin okuldan sonra buluştuğu yerler şeklinde betimleniyor. Bir diner'ın önünde arabasına yaslanmış sigarasını içen gençler benim gözümün önündeki tipik karelerden biri.

Bugünkülere gelince... Çoğunluğunun iç dekorasyonuna 1950lerin nostaljik havası verilmeye çalışılıyor. Hepsinin ortak özelliği servis edilen yemeklerin üç aşağı-beş yukarı aynı olması. Hamburger, patates kızartması, kulüp sandviç ve ızgara yemekler mutlaka menüde yer alanlardan. Ağırlıklı olan ise kahvaltılık yiyecekler: Omlet, waffle, pancake ve Fransız tostu bunların arasında. Çoğunda alkollü içecek yok ama kaliteli ve taze bir kahve bir diner'ın olmazsa olmazlarından.

Bizim yeni başladığımız diner turlarımızın ilk durağı Virginia Kitchen. Şehirdeki en iyi diner'lar sıralamasında 5.sırada yer alıyor. Büyük, rahat bir atmosferi var. Önlüklü şişman teyzesi de var. Maalesef -o beklediğimiz-nostaljik ortamı yok, bunda kontuarının olmaması da büyük bir etken.






Kahvaltımızda hamburgerden, Fransız tostuna; egg benedict'ten, yumurtalı-muzlu ekmeğe kadar her şey var. Taze meyvelerle birlikte servis edilen yumurtalı, muzlu ekmeğin de benim tercihim/tabağım olduğu notunu düşeyim. Ancak fotoğrafı görülen yiyecekler arasında en lezzetli olanı kuşkusuz egg benedict.

6 kişi, bahşişle birlikte 70 dolar ödüyoruz. Gayet doymuş şekilde ve gayet hoşnut ayrılıyoruz. Bir sonraki durağımız ise listenin daha altında yer alan ama daha nostaljik görünümlü bir yer olacak.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Tunus'ta Neler Oluyor?



Bu değişik bir yazı olacak. Çünkü son günlerin benim için ayrı bir önemi var.

Tunus’u yazacağım. İki yıl yaşadığım, tanıdığım, bildiğim bir ülkenin son bir ay içinde geldiği noktaya bakıp bakıp inanamadığım için...

Olayları sadece okuyarak, izleyerek takip eden birine, Tunus halkının ayaklanarak Zeynel Abidin Bin Ali rejimini değiştirmeye çalışması normal görünmese bile, eminim çok da olağanüstü veya sıradışı gelmeyecektir. Oysa, 11 Eylül  Amerika için ne demekse, Tunus’u yakından tanıyan biri için de gerçekleşmekte olan olaylar o denli şaşkınlık verici, o denli beklenmediktir diyebilirim.

Tunus’ta herşey yaklaşık bir ay önce başladı. Geçimini sağlamak için meyve-sebze satan genç bir işportacı, tezgahının polis tarafından kapatılması üzerine kendini yakıyor ve bir süre sonra da hayatını kaybediyor. Bunun üzerine küçük küçük başlayan isyanlar giderek yayılıyor ve başkent Tunus’a, hatta çevresinden korkarak geçtiğiniz Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bulunduğu efsanevi Kartaca’ya kadar uzanan büyük bir halk ayaklanmasına dönüşüyor.

Ülkede 23 yıldır Bin Ali Cumhurbaşkanı olarak görev yapıyor ve son derece güçlü bir baskı rejimi var. Bin Ali, Burgiba’dan sonra bağımsız Tunus’un ikinci Cumhurbaşkanı. Halkın isyanla amacı artık giderek bozulan ekonomik koşullara ve “WikiLeaks”belgeleriyle ortaya saçılan yolsuzluklara başkaldırmak, böylece baskıcı rejime son vermek. Halk özellikle Bin Ali’nin genç eşi ve aynı zamanda bayan kuaförü Leyla Trabelsi’nin ailesinin devletin önemli kademelerinde yer almasından ve onlar tarafından sürdürülen büyük yolsuzluklardan hoşnutsuz.

Demokrasiyi getirmek için bunu bir fırsat olarak gören ve ayaklanmanın sınırlarını iyice genişleten halkın isyanı üzerine Cumhurbaşkanı Bin Ali yönetimi Başbakan’a bırakarak ülkeden ayrılıyor  ve Suudi Arabistan’a sığınıyor. Böylece tarihte ilk kez bir Arap ülkesinde halk ayaklanmasıyla bir lider görevinden ayrılmış oluyor.

Arap dünyasında Tunus aslında moderniteyi temsil eder. Halkın eğitim ve kültür seviyesi ile ülkenin gelişmişlik düzeyi bu algılamada en önemli iki kriter sayılabilir. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ten esinlenen Burgiba, Tunus’a laiklik getirmese de, laik bir yönetim anlayışı getirir, özellikle kadın-erkek eşitliği bakımından Tunus gerçekten örnek bir ülkedir. Tunus’a doğusundaki Libya’dan da girseniz, Batısı’ndaki Cezayir’den de girseniz, her zaman “Batı”ya gelmiş olursunuz. Tabii ki Fransa’nın rolünü de belirtmeye gerek yok. Tunus, Fransa’nın eski sömürgesi. Bu geçmişe dayanarak Tunus’un hamisi konumundaki Fransa bugün de ülkenin ticari ilişkilerinin en fazla olduğu ülke.

Tunus, bu bakımdan biraz da küçük Fransa’dır. Halk Fransızca’yı anadili kadar iyi konuşur. Ülkenin devlet adamları, doktorları, avukatları, mühendislerinin büyük bir çoğunluğu tahsilini Fransa’da yapmıştır. Yılda yaklaşık ülkeye 5 milyon turist gelir. Çoğunluğunu da Fransızlar oluşturur.

Şu anda ülkede sıkıyönetim ilan edildi. Saat 17.00 ile 07.00 arası sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Havaalanları ve hava sahası kapatılmış durumda. İsyan kontrol altına alınmaya çalışılıyor.

Yazının başında da dediğim gibi o yaşadığım, yürüdüğüm sokaklardaki bu kargaşayı görünce kendimi kelimenin tam anlamıyla rüyada gibi hissediyorum. Bu duygu orada yaşamadan anlaşılamaz. Çünkü normalde Tunus’ta güne sukunet içinde başlarsınız. Pek çalışkan olmayan halk, her işini “Lundi prochain inşallah” (gelecek Pazartesi inşallah) diyerek yapar. Erteler, unutur.

Gazeteyi açarsınız... Her gün istisnasız sol üst köşede Cumhurbaşkanı Bin Ali’nin fotoğrafı yer alır. Hakkındaki uzun uzun övgüler fotoğrafını takip eder. Hiçbir basın organında muhalif haber yoktur. Ülkede herşey halkın kendini “güllük gülüstanlık” bir gidişat içerisinde olduğuna inandırması üzerine tesis edilmiştir. Halk interneti sadece girebildiği sitelerden ibaret sanır.

İşte hafızalardaki o Bin Ali ve itaatkar halk imajından sonra, şimdi sokaklardaki “Ben Ali dégage!” (Bin  Ali defol!) pankartlarını görmenin ne kadar sürpriz olabileceğini düşünün...

Üstelik, o rehavet içindeki halk ilk defa “gelecek Pazartesi inşallah” demeyip, işini bu kez Cuma’dan bitirmiş...

7 Ocak 2011 Cuma

Güzel Fikirler: My Shoe Café

Yakınımızdaki bir alışveriş merkezine bir kafe açıldı. Konsept ilginç geldi: My Shoe Café. İlginizi çekeceğini düşündüm, yazıyorum.

Hatta bu vesileyle Blog'da "güzel fikirler" başlıklı bir yazı dizisi başlatmış bile oldum.


My Shoe Café'nin konsepti şu şekilde: Kafe şeklinde tasarlanmış mağazada önce standart kalıplarda hazırlanmış ayakkabılardan birini seçiyorsunuz. Daha sonra ayakkabının kaplanacağı malzemeyi, rengini ve aksesuarları belirliyorsunuz. Siz masada kahvenizi içip, beklerken ayakkabınız hazırlanıyor. Aynı işlemi kendi yanınızda getirdiğiniz, mevcut bir ayakkabınıza da uygulatabiliyorsunuz. Ya da çok sevdiğiniz bir ayakkabınızın aynısını yaptırmak için onu örnek olarak da getirebiliyorsunuz.






Burayı 26 yaşında ayakkabı tutkunu olan bir bayan açmış. Kafenin şimdilik çok fazla çalışanı yok. Bütün işi 20 yıllık ayakkabı tamirat deneyimi olan bir usta yapıyor. Ölçüyü alıyor. Ayağınızın ayakkabı içerisinde rahat ettiğinden emin oluyor. Daha sonra görsele ilişkin isteklerinizi hazırlamaya başlıyor. Eğer yeniden yapım bir ayakkabı istemiyorsanız seçilen aksesuarların mevcut ayakkabıya eklenmesi yaklaşık 30 dakika sürüyor. Zaten kafe denmesinin nedeni de hazırlanma süresinin bu kadar kısa olması.


Kendim henüz denemedim. Ancak, sevdiğim ayakkabılarımın başka renk ve aksesuarlarda çeşitlerine sahip olma fikri cazip geldi. Orjinaline uydurmaya çalışılan ve bu çerçevede yeniden yapılan ayakkabının ne kadar rahat olacağı hususu tamamen ustanın kabiliyeti ile ilgili. Hatta bence kafenin başarısını da bu kriter belirleyecek.

Fiyatları hakkında da bilgim yok. Öğrenince, ayrıca onu da not düşeceğim.

Buyrunuz bu da kafenin kendi web sayfası:

http://myshoecafe.com/index.html

2 Ocak 2011 Pazar

Yeniden İzlenecek Filmler Listesi

Hepimiz –okuyarak veya yazarak- bir şekilde Twitter dünyasına aşinayız. 2010 yılının Nisan ayında,  Amerikan Kongre Kütüphanesi’nin Mart 2006’dan bu yana olan bütün açık tweetleri arşivleyeceğine ilişkin bir haber çıkmıştı. 

Bu haber iki açıdan önemliydi: Birincisi, günlük 50 milyondan fazla tweetin yazıldığı ve toplamda milyarlara ulaşan devasa bir arşivin saklanması anlamına geliyordu. İkinci olarak da, dünyanın en büyük kütüphanesi olan ve kafalarımızda sadece basılı kalın ciltli kitap imajıyla yer eden ünlü Kongre Kütüphanesi’nin  dijitalleşerek, bir anlamda modern kimliğe kavuşmasıydı.

Aslında durum tabii ki böyle değil. Çünkü Kongre Kütüphanesi 2000 yılından bu yana Kongre üyelerinin web sitesindeki bilgileri ve hukuki blogları da arşivliyor. Toplamda 167 terabyte’lık (171 bin GB) dijital bir arşivi var.


1800 yılında kurulan ve “dünyanın en büyük kütüphanesi” ünvanına sahip Kongre Kütüphanesi’nde toplamda 32 milyon basılı kitap, 470 dilde 144 milyonun üzerinde eser bulunuyor. Bir çok üniversite kütüphanesi tarafından kullanılan Library of Congress Classification (LCC) da buradan geliyor.

Washington DC’de bulunan kütüphaneyi henüz gidip görmedim. Kütüphane hakkında bilgi vermek, tamamen farklı bir nedenden dolayı aklıma geldi. Şöyle ki;

Kendime yeniden izlenmesi gereken filmler listesi hazırladım. Daha doğrusu halihazırda hazırlanmış bir listeyi kendim için uygulamaya koydum. Filmler Amerikan Kongre Kütüphanesi tarafından hazırlanmış.

Kütüphane, her yıl ulusal film arşivine geçirilmek üzere kamuoyundan tavsiyeler alıyor. Bu tavsiyelerin arasından uygun kriterleri karşılayan 25 film, belgesel veya müzikal seçiliyor ve "National Film Registry" adı verilen bu arşive dahil ediliyor. Amaç ise, Amerikan kültürünün tanıtımında önemli yer tutan çalışmaları ölümsüz kılmak. Bu anlamda, Kongre Kütüphanesi'nin yıllardır sürdürdüğü bu girişim çok takdir edilesi.

Geçen yıl Micheal Jackson'ın müzik videosu Thriller'ın arşive seçilmesi büyük yankı uyandırmış. 2010 için  seçilen filmlerde ise böyle sürpriz bir çalışma yok. Liste 1970lerdeki filmlerin ağırlıklı olmasıyla dikkat çekiyor. Örneğin listede 1976 yapımı All the President's Men ve 1973 yapımı The Exorcist var. John Travolta'nın oynadığı 1977 yapımı müzikal Saturday Night Fever da arşive seçilenlerden.


Seçim kriterlerine gelince... Çalışmanın en az 10 yıllık olması gerekiyor. Kültürel, tarihsel veya estetik olarak Amerikan kültürüne katkıda bulunmuş her film, belgesel veya müzikal arşive seçilebiliyor. Geçen yıl ilk kez bir müzik videonun (Micheal Jackson-Thriller) arşive seçilmesi bu anlamda dikkat çekmiş. Bunun üzerine, bir gün YouTube videolarının da arşive girip giremeyeceği konuşuluyor.

Toplam 2112 öneri arasından seçilen 25 film resmi olarak açıklandıktan sonra online olarak da izlemeye açılacak.

Liste ise şu filmlerden oluşuyor:

  Airplane (1980)
  All the President’s Men (1976)
  The Bargain (1914)
  Cry of Jazz (1959)
  Electronic Labyrinth: THX 1138 4EB (1967)
  The Empire Strikes Back (1980)
  The Exorcist (1973)
  The Front Page (1931)
  Grey Gardens (1976)
  I Am Joaquin (1969)
  It’s a Gift (1934)
  Let There Be Light (1946)
  Lonesome (1928)
  Make Way For Tomorrow (1937)
  Malcolm X (1992)
  McCabe and Mrs. Miller (1971)
  Newark Athlete (1891)
  Our Lady of the Sphere (1969)
  The Pink Panther (1964)
  Preservation of the Sign Language (1913)
  Saturday Night Fever (1977)
  Study of a River (1996)
  Tarantella (1940)
  A Tree Grows in Brooklyn (1945)
  A Trip Down Market Street (1906)

Bu arada, yazının başında Twitter ve arşiv demişken, Twitter'ın kurucusu Jack Dorsey'in ilk tweet'ine siz de bir bakın: http://twitter.com/jack/status/20